YENİ TÜRKİYE VİZYONU – YÖNETİMİN KENDİNİ YENİDEN İNŞASI

“Hangi tür yönetim sistemi olursa olsun, bir ülkeyi ayakta tutan üç hayati ilke vardır: “Adalet, Liyakat ve Hesap verebilirlik.”
Her kademedeki yönetici için doğruluk, emsaline nispeten üstün idrak ve her şeye rağmen iffetli yaşamak şarttır. Bunlardan birindeki noksanlık temsil edilenler adına büyük bir kayıp, ülke için ise telafi edilemez hasarlar doğurur.”

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun küçülmesi ile meydana gelen ulusal devletlerin sonuncusudur. Türkiye geçmişiyle yüzyıllara dayanan güçlü bir devlet geleneğine sahip, şu anki varlığı ile 100 yıllık bir geçmişe uzanan günümüzün dünya jeopoitiğinde siyasi, ekonomik ve siyasal önemi büyük bir ülkedir. Her Türk vatandaşının, mutlu, adil, çağdaş ve yüksek refah içinde yaşadığı, yeterli gelir düzeyine sahip, sanayinin, üretimin gelişmiş olduğu ve tüm teknolojik gelişmelerin rahatlıkla kullanıldığı, kanunların herkese eşit olarak aynı şekilde uygulandığı, adaletin tüm unsurlarıyla tesis edildiği bir ülke arzu edilmektedir. Atatürk’ün muasır medeniyetlerin üzerine çıkma hedefi o günün şartlarında önemli bir gelişmişlik hedefi olsa da günümüzde hayatta kalmanın temel vazgeçilmezlerinden bir hâline gelmiştir.


Günümüzde ülkemizin içinde bulunduğu tüm istenmeyen durumların yaşanmasının elbette ki pek çok sebebi vardır. Kurumların işlevsiz ve doğru hesap verebilmekten uzak hantal yapıları, eğitim çağındaki bireylerin ahlaki ve insani değerlerden yeterince beslenemedikleri bir eğitim sistemi, siyasal görüşlerin her şeye rağmen uyguladıkları ilkesiz kazanma stratejileri, ticari ve üretim politikalarının yanlışlığı, tarım ve hayvancılık alanlarındaki öngörüsüzlükler, yeşil enerji, nükleer enerji, yer altı madenleri vb. çalışmalardaki eksiklikler ülkemizin temel problemleri arasında sayılabilir. Sayılan tüm bu unsurların her biri ayrı bir çalışma ve dosya konusudur. Tüm ülkeler için en temel üç unsur vardır. Bireyler, kurumlar ve tüm toplum. Yazımızda, sağlıklı ve gelişmiş bir ülkenin oluşumunda ikinci aşama olan kurumlar ve devletin yapılanmasına farklı bir bakış açısıyla değinilecektir.


Anadolu’da, ulusal bir ayaklanma biçiminde başlayan Türk bağımsızlık mücadelesi, halkın egemenliğine kavuşmasının ilk adımıdır. Bu hareket ulusal devlet kurmayı ilke edinmiştir. Milli mücadele, Mondros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı Devleti’nin ömrünü tamamlamasının kesinleşmesiyle, bir zorunluluk olarak kendini göstermiştir.


1919 yılının baharında Mustafa Kemal’in, Anadolu’ya geçerek başlattığı harekât, hem istilacı ülkelere karşı hem de Osmanlı’nın yıpranmış kalıntılarına karşı koyularak başarıya ulaşmış, hakkın ve haklılığın zaferi olmuştur. Bu zafer, bütün dünyada derin yankılar uyandırmıştır. 1923 yazında Lausanne (Lozan) Barış Anlaşması ile elde edilen başarı, âdeta mazlum ulusların esaretten kurtulmak için bekledikleri bir umut ışığı olmuştur.

Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıran en önemli etken, mücadele cephesinde ter döken tüm kadroları tepeden tırnağa saran “Kuva-yı Milliye Ruhu” olmuştur. Bu ruh, özgür bir ülkede hür ve uygar kişi olarak yaşamayı ülkü edinmiştir.
20 Ocak 1921 tarihli ilk temel ilkeler, dönemin şartlarına uygun olarak, bir geçiş dönemi anayasasının esasları ve ana karakterini taşımaktadır. Bu ilkeler, hilafet ve saltanatın lafı edilmeksizin, ulusal iradeye dayanan bir devlet oluşumuna geçiş sürecidir. Yönetim ruhuna ve mantığına, güçlerin birliği sistemi hakimdir bu da yalnız Büyük Millet Meclisi’nde toplanmıştır. 1921 Anayasası doğrudan doğruya bir meclis hükümeti sistemi kurmakta, devlet başkanlığı görevini de meclis başkanlığına bırakmaktadır.
23 Temmuz 1923’te Lausanne Barış Antlaşmasının imzalanması ile “Millî Mücadele” ilk hedefine ulaşmıştır. Ancak, Büyük Millet Meclisi, antlaşmayı onayladıktan sonra, 23 Nisan 1920’den beri uygulanmakta olan rejimin gelişmesine uygun düşecek bir devlet biçimi bulmak sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. “Millî mücadele” yıllarının zorunluluklarından doğmuş olan “meclis hükümeti” sistemi, işlemez haldedir. Yaşanan istikrarsızlıkları gidermek ve ulusal mücadelenin tüm amaçlarını gerçekleştirebilmek için, güçlü ve çağdaş bir hükümet biçimi getirmek amacıyla 29 Ekim 1923 te Cumhuriyet ilan edilmiş ve parlamenter bir sisteme doğru gidilmiştir.


Cumhuriyetin ilanından sonra, 3 Mart 1924’te Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli yapısı olan halifelik kaldırılmıştır. Halifeliğin kaldırılması, kuşkusuz Türk devrim tarihinin en önemli olayıdır. Bu adımla Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak yolunda en büyük engel ortadan kalkmıştır. Sonradan “Türk Devrimi” adını verilen tüm adımların atılmasının yolu halifeliğin ortadan kalkmasıyla mümkün olmuştur.


1924 Anayasası, ulusun egemenliği ve temsilî meclis esasına dayanmaktadır. Burada, “güçlerin ayırımı” ilkesine yer verilmiş, klasik anlamda parlamenter rejime doğru bir adım daha atılmıştır. 1924 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci anayasası olup esasen 1960 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. Aradan geçen yıllarda, rejimin günden güne gelişmesi ve kökleşmesinden doğan gereksinmeler doğrultusunda bazı değişiklikler yapılmıştır.


Böylece, 1924 yılında kuruluş evresi tamamlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal rejimi, anayasasında yer alan ilkeler ve sonradan, 1927 ve 1928 tarihlerinde getirilen eklemelerle birlikte birtakım özellikler taşımaktadır. Bunlar, aynı zamanda devletin çeşitli alanlarda yapacağı faaliyetlere yön veren cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik terimlerinde ifadesini bulan ilkeler olup, birbirini tamamlar ve bireysel özgürlük ile toplum çıkarlarını birbirleriyle bağdaştırmayı, uyumlu bir sosyal ve ekonomik düzen kurmayı hedeflemektedir.
Yeni rejim de yapılan reformların amacı, Cumhuriyeti kuran Türk ulusunu “modern bir toplum” haline getirmektir. Burada örnek Batı uygarlığıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı uygarlığını benimseme çabası iki yüzyıl boyunca kendini göstermiştir. Cumhuriyetin ilânı ile, batı uygarlığına ulaşmayı tam olarak yakalama arzusu vardır.


1945 yılına kadar yönetimi elinde bulunduran tek partili yönetim sistemi, II. Dünya Savaşı biterken, “Demokrat Parti” adını taşıyan yeni bir siyasal partinin kurulması ile sona ermiştir. Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisinin aksine, ekonomide liberal bir felsefeyi benimsemiş, mevcut rejime muhalif farklı unsurları bünyesine alarak büyümesini sürdürmüştür. 1946 yılındaki genel seçimlerden sonra hızla gelişerek, 1950 seçimlerini büyük bir çoğunlukla kazanmış ve iktidara gelmiştir.


10 yıl boyunca varlığını devam ettiren Demokrat Parti hükümetinin son dönmelerinde iç siyasette günden güne artan gerginlik, ülkeyi 27 Mayıs 1960 devrimine götürmüştür. Devrimden sonra Kurucu Meclis’ce 1961 yazında tamamlanan yeni anayasa “plebisit” ile Cumhuriyetin üçüncü anayasası olarak, yürürlüğe konmuştur. 1961 Anayasasının getirdiği rejim, serbest seçimle oluşturulacak çift meclisli bir parlamento ile “Batı” anlamında demokratik esaslara dayanmaktadır. Özellikle rejimin dayandığı demokratik kuramların her türlü saldırıya karşı korunabilmesi için gerekli güvencelerin konulmasına önem verilmiştir.
Atatürk, uluslararası platformda karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan kardeşçe bir yaşamın gerçekleşmesini hedeflemiştir. Ülkede yapılan ve tamamıyla batılılaşmayı esas alan reformlar, dışarıya karşı izlenen barışçı ve yapıcı siyaset ile, uluslararası ilişkilerde gösterdiği dürüstlük, Türkiye’yi günden güne saygınlığı ve güvenirliği artan bir devlet haline getirmiştir. Sonunda 1933 yılında Milletler Cemiyeti örgütüne üye olarak Türkiye Cumhuriyeti dünya devletleri topluluğuna resmen katılmıştır. Aynı zamanda, bir yandan Balkan Paktı, öte yandan Sâdabat Paktı üyesi sıfatı ile kendi savunma etkenlerini güçlendirmiş, hatta bir bakıma geniş bir coğrafî bölgede önder bir güç mevkiini kazanmıştır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, dünya siyasetinin kolay kolay ihmal edilmeyecek bir öğesi durumuna yükselmiştir. Türkiye kendi savunmasını sağlamak için Kuzey Antlantik Antlaşmasına (NATO) katılmıştır.


Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılından başlayarak kültürel yönden, sosyal açıdan, eğitim teknolojik donanımı yönüyle ihmal edilmiş, geri kalmış bir ülkeyi, yeni Türkiye Cumhuriyeti olarak ekonomik yönden, toplumsal ve kültürel bakımlardan kalkındırmak, bugünden yarına kısa sürede başarılacak türden bir iş değildir. Bunun için zaman, imkân ve bilgiye ihtiyaç vardır.


Bugün dünyada, küresel olarak 1850-1950’li yıllara benzer bir insanlık buhranını farklı bölgelerde hafif ya da ağır biçimlerde yaşanmaktadır. Birçok geleneksel ve gelişmekte olan demokraside, otoriter ve popülist figürlerin demokratik değerleri zedelediği ve ekonomik eşitsizliklerin sürekli olarak arttığı bir sürecin içinden geçiyoruz. Tüm dünyada bir tıkanma ve geçiş dönemi içindeyiz. Türkiye’nin yaşadığı siyasi ve ekonomik buhranın üst üste binmesi tabii ki rastlantı değildir. Keyfiyetin hüküm sürdüğü ve öngörülebilirliğin mümkün olmadığı, yolsuzluğun ve kayırmanın norm haline geldiği, her uygulamasıyla zengin ile fakir arasındaki uçurumun arttığı, yoksulluğun en derin hali yaşatılırken sosyal yardımların sadaka gibi dağıtıldığı bir yönetim anlayışı, ülkemizi acı bir yıkıma doğru sürüklemektedir.


Cumhuriyetin II. Yüzyılında Yeni Türkiye Vizyonu bu anlamda büyük önem taşımaktadır. Ülkemizde temel demokratik kurumların inşası ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim anlayışının hem yurttaşlar tarafından hem de elitler (yöneticiler) tarafından kabul görmesi mutlak bir gerekliliktir. Ancak ülkemizi çağdaş ulusların üzerine çıkartacak yönetim anlayışının tesis edilmesi, kolaylıkla oluşacak bir durum değildir. Her 10 yılda bir darbelerle zedelenen ülke, yükselmek için gerekli değişim ve dönüşümü gerçekleştirmede zorlanacaktır. Türkiye’nin mevcut krizinin derinliği son 20 yıl boyunca sürdürülen politikalarla ilgili olduğu kadar, 1980 darbesine kadar uzanan boyutu da unutulmamalıdır.


YENİ TÜRKİYE VİZYONU-YÖNETİMİN KENDİNİ YENİDEN İNŞASI
Hiçbir problem, o problemi meydana getiren hususlar giderilmeden çözülmez. Aynı metodların takip edilmesiyle hep aynı sonuçlar alınır. Yönetim mekanizması sürekli yenilenmek ister. Yunus Emre’nin; “Yenilenmezseniz yenilirsiniz” sözü bu açıdan manidardır. Paranın ve gücün ön plana çıktığı, halkın refah, huzur ve mutluluğunu esas alan programların uygulanmadığı toplumlar, er geç çökmeye mahkumdur. Sermaye sahiplerinin güçleri korunurken, acı reçeteyi alt ve bilhassa orta sınıflara yükleyen bir model, toplumu yokluğa sürükler. Gerçekçi olmayan toplumsal kalkınmayı önceleyen proje ve programlar, uygulanıyormuş gibi gözükürken esasen parasal güç odaklarının korunması ve onlara daha rahat bir ortam hazırlanması, aşılması güç ve hatta imkânsız krizler doğuracaktır. Bir yandan Avrupa Birliği’ne girmeye dair hazırlıklar yapılıyor gözükürken, esasta demokrasiden, en temel insan haklarından, fikir ve beyan özgürlüğünden mahrum bırakılmak ülkemizi çağdaş olmaktan uzaklaştıracaktır. Hakkettiği özgürlüğü yaşayamayan, emeğiyle hayatını kazanan bireyler fakirleşir, dolayısıyla da gelir ve servet eşitsizliği derinleşir.


Hiçbir rasyonel veya bilimsel anlayışa uymayan, yanlış, eksik ve yetersiz ekonomik ve siyasal düzenin doğal sonucu olarak ortaya çıkan problemler, halkı ve ülkeleri gittikçe daha derin bir yoksulluk ve yıkımın içine sürükler. Zengin ile fakir arasındaki uçurumun sürekli arttığı, orta sınıfın fiilen yok olduğu, ülkenin % 75’inden fazlasının asgari ücret civarında bir gelir ile hayatta kalmaya çalıştığı bir sömürü sistemi ile, yüksek yaşam standardı hiçbir şekilde oluşturulamaz.


İşte bu açılardan, Yeni Türkiye vizyonunda bir ülkeyi ayakta tutan temel demokratik ve ekonomik kurumların yeniden inşası mutlak bir gerekliliktir. Yasama, yürütme ve yargının üçlü bir saç ayağı olarak birbirini denetlemesi veya tamamlaması önemli bir husustur-gerekliliktir. Daha adil, herkesi ve her kesimi kapsayan bir ekonomik düzen uygulanamadığı sürece demokratik değerler zayıflayacaktır. Bu nedenle, ilk olarak tüm alanlarda etkin bir denetim mekanizmasının işletilmesi gerekir. Denetlenebilen ve hesap sorulabilen bir piyasa dinamikleri gelişimin önünü açacaktır.


Yeni Türkiye Vizyonu ile halkın “demokratik, siyasi alt yapısı hazırlanmış devlet yapısı üzerinden” ekonomide söz sahibi olabildiği bir sisteme geçilmelidir. Örgütlü, toplum tarafından kontrol edilen şeffaf bir devletin piyasayı denetleyebilmesi rahatlamayı getirecektir. “Önce insan, vatandaşın mutluluğu” anlayışı bu yeni dönemde benimsenen en önemli anlayış olmalıdır. Bu nedenle yeni Türkiye düzeninde şu hususlar önemle ele alınmalıdır:

Halkın refahının yükseltilmesi, gelir ve servet eşitsizliğinin giderilmesi gerekir.


Rahat yaşam standartlarını sağlayacak, gelir düzeni içinde istihdamı arttırarak, halkı yoksulluğa iten açıklar kapatılmalıdır.


Her yeni bakanın “eğitimde reform” adıyla yaptığı uygulamalar, ülkeye verilen en büyük zarardır. Cumhuriyetin ilânından sonra geçen yüz yılda yönetime gelen bakanların neredeyse hemen hemen hepsi “eğitimde çağ atlatmış” ancak hesabı sorulamayan uygulamalar, ülkenin milyonlarca lirasının heba olmasına ve erdemsiz bir gençliğin yetişmesine yol açmıştır. Üretmeyi, erdemi, ülküyü, değerleri benimsetmeyen bir eğitim, kendisinden beklenen yararı vermekten uzak bir anlayış taşıyacaktır.


Çalışanların hakları ve sendikal talepler, genişletilerek verilmelidir. Temel sosyal hakların ve hizmetlerin piyasa dinamiklerine mahkûm edilmediği, bir sosyal güvenlik sistemi inşa edilmelidir.


Ülkemizde vergi sistemi tümüyle yeniden ele alınmalıdır. Vergi sisteminde uygulanan yüksek vergi oranları tekrar gözden geçirilmeli, her kazancın doğru, uygulanabilir ve gerçekçi vergilendirilmesi yapılmalıdır. Toplanılamayan vergi, ağır bir kayıptır. Şu an uygulanmakta olan % 66 oranı oldukça yüksektir.


Güçlü ve üretimi teşvik eden sosyal devlet, yeniden inşa edilmelidir.


Yeni dönemde, ülkemizin farklı bir kalkınma vizyonuna da ihtiyacı var. Bu kalkınma vizyonu yine kamucu bir perspektiften kurgulandığı zaman, ülkenin ve toplumun uzun vadeli çıkarlarına daha çok hizmet edebilme potansiyeline sahip olacaktır. Yapılması gereken, Türkiye’nin yeniden bir planlama ajansı kurması ve doğa ile barışık kalkınma ve refah politikalarını kamu eliyle geliştirebilmesidir. Bu sürecin demokratik işleyebilmesi için yapılan planların tamamen şeffaf biçimde topluma sunulması ve toplumun da gerekli gördüğünde, istediği konularda devlete hesap sorabileceği özgürlük ortamının oluşturulması şarttır. Bunun yanı sıra kamucu kalkınma politikaları konusunda, vatandaşların ve toplulukların şikâyetlerini ve önerilerini sunabileceği bir kurumsal mekanizmanın inşa edilmesi, demokratik bir devlet anlayışının hâkim olabilmesi açısından önemli bir atılım olacaktır.


Toplumun bir bütün olarak kamusal gücünün artması, ulusal ekonominin daha dayanıklı hâle gelmesini sağlar. Her anlamda ulusal yeterlik alanlarının artması, dışa bağımlılığın azaltılması ve teknolojik yeniliklerin hayatın her alanında en ileri düzeyde kullanılıyor olması, olağan üstü hallerde ve olası krizlerin kolay atlatılabilmesinde önemli bir etkendir.


Devlet Denetleme Kurulu, Sayıştay, Bakanlık Teftiş Kurulları ve İç Kontrol Denetim Mekanizması çok daha etkin hâle getirilmelidir. Hukuk her zaman ve her durumda en önde tutulmalıdır. Adalet, herkese eşit olarak uygulanmalıdır. Devleti adalet ayakta tutar, kalkınma sürekliliği sağlar. Kalkınması olmayan hiçbir işletme ve devletin geleceği olamaz.


Milletvekilliği bir gelir ya da bireysel şöhret kapısı olmaktan çıkarılmalı, bölgesinin kalkınmasına katkı sağlayacak belli bir eğitim düzeyi gerektirmeli, 5 yıllık süre sonunda emekli olma yolu kapatılmalıdır.


Büyükşehirler, merkez ilçelerinde muhtarlık sistemine son verilmelidir. Yine büyükşehir merkez ilçelerinde ilçe milli eğitim, sağlık, tarım müdürlükleri vb kapatılmalıdır. Vali yardımcısı sayısı artırılarak kaymakamlıklar kaldırılmalıdır. Resmi makam aracı sayısı % 90 oranında düşürülmelidir.
Bakanlıklardaki eski görevlerinden dolayı “bankamatik memurluğu yapma alanına dönen müşavirlik ve uzmanlık” gibi kadrolar kaldırılmalıdır.

En az 5 yıllık bölgesel tarım strateji planı oluşturulmalıdır. Tarım alanları özelliklerine göre tasnif edilmeli, yıllık ihtiyaca göre tarım alanlarının toplu ekimi özendirilmeli ya da kamu tarafından yapılmalıdır.


Hayvancılık ve ürünleri için çoklu yıllar stratejik planı ve eylem planları yapılmalı ve etkin olarak uygulanmalıdır. Katma değeri yüksek stratejik ürünler belirlenmeli ve üretimi teşvik edilmelidir. Türkiye kendine fazlasıyla yeten ve mevcut nüfusunun iki üç katını rahatlıkla besleme yeterliğine sahip bir ülkedir. Gerekli olan tek şey etkin planlama, uygulama ve denetlemedir.


Devlet her alanda küçülmeli, ancak hesap sorabilme gücü alabildiğince geniş, kapsamlı ve etkin olmalıdır. Bizim yeni kanunlara ihtiyacımız yoktur. Ancak kanunların etkin olarak uygulanmasına ihtiyaç çok fazladır. Herkesin ve her kesimin her durumda ve konumda, uymak zorunda olduğu kurallar tavizsiz uygulanmalıdır.
Trafik cezaları ve yol hız sınırları bir tuzak sistemiyle devlete ana gelir sağlayan sistem olmaktan çıkarılmalıdır. Bölünmüş yollarda (özellikle yerleşim alanları arasından geçen yerlerde) hız sınırları; iki, beş, on km mesafelerde 30-50-70 90 gibi farklı hız sınırlaması uygulaması kaldırılmalıdır.


Her bakan kendi bakanlık dönemi sonunda başlayan, önceki dönemlerde başlatılan ve uzun yıllara şamil proje ve uygulamalara ilişkin GÖREV FAALİYET RAPORU (Yıllık Faaliyet Raporu değil “Bakanlık görevi dönem Görev Raporu) yayınlamalı ve projelerin uygulama düzeyi ve etkinliği hakkında ayrıntılı bilgi devir yapmalıdır.


Kurum stratejik planları ve bağlı uygulamaların uygulama düzeyi, teftiş ve denetim sistemi içinde mutlaka etkin hâle getirilmelidir. Değerlendirmesi olmayan bir planın hiçbir yararı yoktur.


Turizm sektöründe, dünyadaki diğer ülkelere göre doğal bir avantajı bulunmasına rağmen bu potansiyel yeterince değerlendirilememektedir. Turizm sektörünün dengeli bir planlama ile, doğru getiri oranlarını yakalayacak bir model planlaması yapılmalıdır.


Türkiye’deki yeni nesillerin işgücü potansiyelinin aktarılabileceği önemli bir alan yazılım sektörüdür. Tüm dünyanın gittikçe dijitalleşmesiyle birlikte yeni nesiller de dijital dünya ile daha derin ilişkiler kurarak yetişmektedir. Bu yeni gelişen dinamiklerin dijital sektörde değerlendirilmesi yeni nesiller için istihdam olanakları sağlamakla birlikte yazılım sektöründe de inovasyona ve katma değeri yüksek üretime dayalı bir yapı kurgulanmalıdır.


Türkiye’nin sağlık sektörü de küresel anlamda öncü olmakla birlikte daha da geliştirilerek dünyada lider bir konuma gelebilir. Türkiye’nin ilaç ve medikal sanayii ve sağlık hizmetleri, gelecek dönemde Türkiye’ye yüksek getiriler sağlamak için kilit öneme sahiptir.


Türkiye enerjide dışa bağımlı bir ülkedir. Yani Türkiye’nin yeşil ve yenilenebilir enerjiye yönelmesi aynı anda dışa bağımlılığını da azaltmasını sağlayacaktır. Ulusal ekonomik bağımsızlığın güçlendirilmesinde, yenilenebilir enerji kilit bir role sahiptir. Uzun vadede enerjide dışa bağımlı olmayan bir Türkiye’nin üzerinden büyük bir harcama yükü kalkacaktır. Bu hem topluma büyük bir ekonomik refah sağlayacak hem de cari açık riskini ciddi derecede azaltacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, gelecek dönemde yeşil kalkınma vizyonu Türkiye için topluma yeni bir ekonomik hikâye sunma potansiyeline sahiptir. Yeşil dönüşümün kaçınılmaz bir süreç olduğu da göz önünde bulundurulursa, bu vizyona dayalı kalkınma planının vaad edilmesi, toplumu farklı bir ekonomik anlayışa yönlendirme imkanını sunacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ulisam

ulisam 2023 logo emblem color

Yenileniyoruz!